Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi 6 Mayıs 2016 tarihli açıklamasında şu önemli tespiti yapmıştı: “Devlet güçleri bir araya gelmiştir ve tek vücut olarak davranmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi de devletin bu stratejisi karşısında yeni bir aşamaya yükselmiştir. KÖH teknolojik ve stratejik olarak politik anlamda yeni nitelikte bir sürece yönelmek zorundadır. Bu da AKP ve Saray rejiminin yıkılmasıdır. Kürt halkının özgürleşmesi ile Türkiye’nin demokratikleşmesinin ortak stratejisinin gerçekleştirilmesidir.
Erdoğan, kendi stratejisi doğrultusunda sonuna kadar gitmek durumundadır. Geri dönüşü yoktur. Başkanlık olarak nitelendirdiği faşist diktatörlük sistemini garanti altına aldıktan sonra daha büyük maceralara hazırlanmayı planlamaktadır. Bu planların içinde Suriye’ye savaş açmak da vardır. Suriye’ye savaş açmayı ya başkanlık hayallerini gerçekleştirdiğinde, ya da gerçekleştiremeyeceğini gördüğünde kendini kurtarmak için uygulayabileceği öngörülebilmektedir.
(...) Bütün bu gelişmeler yeni bir kırılmanın işaretleridir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti şiddetli bir deprem ile karşı karşıya kalacağı dönemlerin ön günlerini yaşamaktadır.”
Son haftaların gelişmeleri ve daha da belirginleşen dış politik krizler Partimizin bu tespitini doğrulamaktadır. Jeolojik açıdan deprem fayları üzerinde duran Türkiye, siyasi açıdan da kırılmaları artan faylar üzerinde durmaktadır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesi, toplumsal kutuplaşmanın yarattığı gerilimler, ekonomik büyümedeki gerilemeler, işçi sınıfının otomotiv ve maden sektörlerinde verdiği güncel sınıf kavgaları, barış, demokrasi ve sosyalizm güçlerinin direnişleri, yer altında fokurdayarak kaynayan lav nehirleri misali, büyük depremin etkisini şiddetlendirerek, rejim krizini çöküş sürecine sokacak potansiyel taşımaktadır.
Ancak şunu da bilmek gerekiyor: Erdoğan, oluşturmak istediği teokratik-faşist diktatörlük sürecinde yalnız değildir. Uluslararası sermaye, “yerli” işbirlikçi tekelci burjuvazi, devletin tüm bileşen güçleri ve ABD emperyalizmi ile Avrupa’daki emperyalist güçler AKP ve Saray rejimini desteklemektedirler. Bu bağlamda ve salt Erdoğan’ın gündem değiştirmek için Avrupa Birliği’ne karşı sert söylemler kullanmasına aldanıp, Erdoğan’a karşı “Batı’dan yardım” beklemenin ham hayalden ibaret olduğunu unutmamak gerekir. Sonuçta Erdoğan’ın emperyalist güçlerle kavga ettiği görüntüsü, bir konjonktürel olma dışında başka bir şey değildir. Çünkü mesele Erdoğan ile emperyalistler arasında değil, emperyalistlerle Türkiye’deki işbirlikçilerinin oluşturduğu yapı arasındaki sorunlardır. Erdoğan bugün için bu işleyişte rol alan bir görev sahibidir. AKP ve Saray rejimi öyle ya da böyle, hem tekelci burjuvaziyle, hem de emperyalizmle uzlaşacaktır, uzlaşmak zorundadır. Türkiye’deki burjuva devleti de Erdoğan’dan ve onun partisinden ibaret değildir. Uluslararası emperyalist güçler, bugün onunla yürüyorlar, yarın bu değişebilir. Aslolan bu güçlerin bölge ve dünyanın yeniden paylaşımına yönelik stratejileridir.
TC Devleti ile ABD arasında kimi sorun ve çelişkilerin olduğunu da görmezden gelmemeliyiz. Bunlar çıkar çelişkileri ve uygulamadaki görüş farklılıklarıdır. Şu aşamada belirleyici faktörler değildir. TC Devleti’nin bölgede güçlenmek ve oyun kurucu kurula dahil olma istemi ile kağıt üzerinde yapılan planların, gerçek hayatta bire bir gerçekleşmemesi üzerine emperyalist güçlerin geliştirdikleri yeni yol ve yöntemlerin Türkiye egemenlerinin amaç ve istemleri ile çelişmesi bazen bu tür çelişki ve gerginliklere sebep olabiliyor. Olabilecek en uç ihtimal,
Türkiye’de varolan iktidarın alternatifinin yaratılmasıdır. Bunun ise koşulları uluslararası güçler açısından oluşmamış ise - ki öyle, dönemsel gerginliklerin kamuoyuna yansıması da olağandır. Uluslararası emperyalist güçler açısından Türkiye’nin bir görevi vardır ve buna uygun bir devlet yapısı olmalıdır. Erdoğan, çeşitli süreçlerden geçerek ve manevralar yaparak bugün iktidar olduğu koşullardan farklı ittifaklar ile yönetmeye çalışmaktadır. Yeni ittifakları ile ondört yıl önce göreve getirildiğinde angaje olduğu stratejiler arasında çelişkiler baş göstermiştir. Bunun “sancıları” hem dış, hem de iç politikaya doğrudan yansımaktadır.
1 Kasım darbesinden bu yana yurt içinde ve özellikle dış politikada şiddeti artırılan saldırganlık süreci, bu uzlaşı arayışının açık ifadesidir. Ama bu saldırganlık aynı zamanda rejimin güçsüzlüğünden de kaynaklanmaktadır. Çünkü rejim korku, şantaj ve milliyetçilikle sağladığı oy desteğini aynı düzeyde tutmakta zorlanmaktadır. Şu ana kadar AKP iktidarının arkasında duran emekçi ve yoksul kitleler borç batağındadırlar. Ekonomik durumları bariz bir şekilde kötüleşmektedir. AKP içinde dışlamaların ve hoşnutsuzluğun yarattığı çatlak giderek büyümektedir. AKP ve Saray rejimine doğrudan veya dolaylı olarak destek çıkan faşist MHP ve ulusalcı-devletçi CHP içten içe çürümekte ve ayrışmalar yaşamaktadırlar.
Dış politikada ise durum kendileri açısından dahi çelişkiler ile doludur. Ülke, dış politikası iflas etmiş, tüm komşularıyla sorun yaşayan, güvenilmez ve irrasyonel adımlar atan, komşularını tehdit eden, hiç bir uluslararası antlaşmaya uymayan ve emperyalist güçler ile Suudi Arabistan gibi bölge despotlarının oyuncağı haline gelen onursuz bir konumdadır.
AKP ve Saray rejimi buna rağmen ve tam da bu nedenle dış politikadaki saldırganlığını artırmakta, maceracı bir çizgi izlemektedir. Rejimin “Esad’ı alaşağı etme” ve “Halep fatihi olma” hayalleri çökmesine rağmen, Suriye’ye müdahale etmeye, Rojava’daki savunma güçlerini bombalamaya, cihatçı terör gruplarını desteklemeye devam etmektedir. Avrupa Birliği’yle yapılan mülteci anlaşmasından ve Avrupa’nın en gerici ve en saldırgan emperyalist gücü olan Federal Almanya’nın Suriye’de “uçuşa yasak bölge” taleplerini desteklemesinden cesaret alan rejim, açıkça Suriye ile girişilecek bir savaşı çıkış yolu olarak görmektedir. Gerçekten de böylesi bir savaş, teokratik-faşist diktatörlüğün kurulmasının en önemli adımlarından birisi olabilir.
Rejim, Suriye’ye yönelik saldırganlığı için Avrupa’daki emperyalist güçlerin sağladığı desteğin haricinde, ABD’de yapılacak olan başkanlık seçimlerine de ümitlerini bağlamaktadır, keza bunda haklı bazı beklentileri vardır. Çünkü ister Trump, isterse Clinton olsun, kim seçilirse seçilsin, ABD emperyalizminin Ortadoğu’da daha savaşçı bir çizgi izleyeceği şimdiden bellidir. Bu da gerek Türkiye’de, gerekse de Ortadoğu’da gericiliği ve diktatörlükleri besleyecektir. Ortadoğuda Türkiye açısından en rahatsız edici mesele Kürdistan Ulusal Kurtuluş Hareketi ve dört parçada Kürdistan’ın varlığıdır. Erdoğan, Kürt Özgürlük Hareketi’ni kendi istediği noktaya çekemediği ve devleti oluşturan güçler arasında bu konuda farklı gibi olduğu gözükse de fikir birliği olmasından kaynaklı zorluklar yaşamaktadır. Erdoğan, bütün bölgede söz sahibi olmak için Kürdistan Ulusal Kurtuluş ve Özgürlük güçlerini kullanarak Irak, Suriye, Filistin ve ilerde İran’a yönelik planlar yapıyordu. Bu olmadı.
Erdoğan’ın başında bulunduğu rejimin hesabı, emperyalist güçlerle olan ittifakın yenilenmesi üzerine kuruludur. Ülke içinde tüm gerici-faşist akımları, tekelci burjuvaziyi ve ergenekoncu-ulusalcı-darbeci güçler ile sivil ve askeri bürokrasiyi arkasında toplayan ve burjuva-demokratik parlamenter sistemi askıya almasına, kuvvetler ayrılığı ilkesini fiilen kaldırmasına, kendi topraklarını bombalamasına, yurttaşlarını katletmesine ses çıkarmayan Avrupa’nın desteğini sağlayan AKP ve Saray rejimi, yeni ABD başkanıyla Suriye ile savaş planlarını gerçekleştirebileceğini ummaktadır.
Rejim saldırgan dış politikası üzerinden emperyalizm ile bir pazarlık içerisine girmiştir. Suriye’de Rusya’nın müdahalesiyle tökezleyen emperyalist stratejilerin önünü açmak için, Türkiye’nin hamisi ve jandarması olacağı bir Ortadoğu “çözümü” önermektedir. Rejimin emperyalizme verdiği vaat açıktır: ülke içinde her türlü direnci anında bastıran, ülke kaynaklarını ulusal ve uluslararası tekellere peşkeş çeken, politikalarına gerici Sünni mezhepçiliği ile emekçi ve yoksul kitlelerin rızasını sağlayan, vahşi kapitalist sömürünün mezar sessizliğinde ülkeyi yöneten ve Ortadoğu’da emperyalizmin tahakkümünü sağlamlaştıracak, enerji ve hammadde kaynaklarının engelsiz sömürüsünü sağlayacak, etnik ve mezhep çatışmalarıyla bölge halklarını birbirine düşürecek kanlı ve karanlık bir düzenin koruyucusu olan bir rejim. Böylesi bir rejim ve böylesi bir Ortadoğu düzeni, sadece kan gölüne dönen bölgeyi topyekun alt-üst etmekle kalmayacak, tüm dünyanın nükleer cehenneme dönüşme tehlikesini de artıracaktır. AKP ve Saray rejimi artık tüm dünyaya yönelik bir tehdit haline gelmiştir. Erdoğan’ın “yedi düvele meydan okuma” tavrının ardında bu gerçek durmaktadır.
Ancak rejim Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesini, Kürt yoksul kitlelerinin şimdiye kadar olduğu gibi yaşamama kararlılığını, Türkiye işçi sınıfının devrimci güçlerinin ve komünistlerin üstlenebilecekleri tarihsel rolü hesaba katmamaktadır. Rejimin içinde bulunduğu krizler her halükarda derinleşecektir. Toplumsal ilerlemeden yana olan devrimci ve demokratik güçlerin, barış yanlılarının ve özellikle biz komünistlerin görevi, rejimin krizlerini çöküş sürecine dönüştürecek bir mücadele hattı kurmaktır. Partimizin 6 Mayıs tarihli açıklamasında vurgulandığı gibi:
“Türkiye’nin genelinde sınıf hareketinin gelişimi ve Kürt halkının direnişine fiili katılım güncel görevimizdir. Saray ve AKP rejimine karşı en geniş birlik elzemdir. Bu birlik sadece parlamenter kazanımları korumayı içeren bir birlik değildir. Parlamento dahil, fabrikalarda, üniversitelerde, semt ve mahallelerde, kırsal alanda direnişin adım adım örülmesi, topyekun devrimci bir atılım için birliktir.
Türkiye’yi gericiliğin karanlığından ve savaş ateşlerinden kurtarmak, Türk ve Kürt halklarının özgürleşmesini sağlamak için tüm barış, demokrasi ve sosyalizm güçlerinin yeni Gezi Direnişleri, Kobane Direnişleri, Cizre Direnişleri, Otomotiv Direnişleri, Maden Direnişleri yaratmaları mümkündür ve gereklidir.”
Bugün Türkiye’de bu anlamda bir kitle mücadelesinin yükseltilmesi için tüm ilerici, demokratik, yurtsever güçlerin ortak hareketinin sağlanması ve ilk aşamada AKP-Saray rejimini hedeflemesi gerekmektedir. İçeride Kürt halkına yönelik imha ve terör ile dışarıda savaş politikalarına tepki gösterecek, işçi sınıfının ve tüm emekçilerin sosyal ve demokratik hakların kısıtlanmasına karşı çıkacak, yolsuzluğa, usülsüzlüğe ve hırsızlığa karşı mümkün olan en geniş kitlenin ayağa kalkmasını sağlayacak, dinsel gericiliğin karanlığına hayır diyecek bir strateji bu ortak hareketin en geniş kesimleri kapsamasını sağlayabilir. Barış - Demokrasi ve Toplumsal İlerleme belgisi ile gelişecek böyle bir hareket Sosyalizm için mücadelenin gelişmesinin teminatı olacaktır.
Türkiye Komünist Partisi’nin neferleri, Marksizm-Leninizme olan sarsılmaz inançları ile her yerde ve her alanda bu güncel görevi yerine getirmede öncü rol oynayacak, sorumluluklarının üstesinden geleceklerdir. Komünistler sözlerine sadıktır.